14 Mayıs 2013 Salı

devrim yapma isteğiyle yanıp tutuşuyorduk. her gün işte o gündü. bir adım atsak yeterdi, gerisi gelecekti. her şey apaçık görünecekti. her gece yarına umutlanarak, geçen gün için içimiz buruk uyuyorduk. yarınlar bitmez sanıyorduk. gençtik ve saftık. umut bitmez tükenmez kaynağımızdı. oysa şimdi yapabileceğimiz en iyi şey, tekrardan ibaret: "devrim vaktiyle bir ihtimaldi ve çok güzeldi."

13 Nisan 2013 Cumartesi

yapboz

bir şarkını bir notasında ya da esinde, bir yazarın adında yahut bilincin gizemli yollarında bir şekilde anımsayıverdiğim bir resim. yıllar öncesinde kalmış ve bir o kadar yıldır da hatırlamamışım. sonra birden işte ne oluyorsa düşüveriyor aklıma o manzara.

çıplak ayaklarıyla çimde bir kız, ellerinde poilerle kendi halinde. sonra gözlüklü çocuk geliyor, muhabbet ediyorlar, gülüşerek. bir şeyler var aralarında belli ama sanki henüz sevgili değiller. bedenlerinin arasında ürkek bir mesafe var. sanki bir kıvılcım olsa yakacaklar alemi. bir süre sonra çocuk gidiyor, kız kaldığı yerden devam ediyor poileri sallamaya. sanki poilere de mesafeli, ya da yeni almış eline. ürkeklik devam ediyor yani.

çocuk görünüyor uzaktan. elinde bir şeyler var, yakınlaşınca görüyorum ancak. yapboz getirmiş. oturuyorlar çimlere, epeyce uğraşıyorlar üstünde. çekingen dokunuşlar geçiyor belli belirsiz, herkes farkında ama kimse farkında değilmiş gibi, üstünde durmuyor kimse, devamı gelmiyor. yine de sanki çok mutlular. bir daha geri gelmeyecek o ilk flörtleşmenin olabildiğince tadını çıkarıyorlar sanki.

birden rüzgar başlıyor, yapbozun parçalarını havalandırıyor. zaten bitmeyen iş, iyice yarım kalıyor. apar topar topluyorlar parçaları. koşa koşa bulundukları bahçenin binasına giriyorlar. böylece artık izleyemiyorum onları. peşlerinden gitmek istiyorum, o yapbozu tamamlamalarına, bir şeylere başlamalarına yardım etmek istiyorum ama artık çok geç. gözden yittiler bile.

acaba tamamlayabilmişler midir o yapbozu? ya aralarındaki o şeyi? kimbilir belki de uçuşan yapboz parçaları, ilişkileri adına ucuz bir metafor bile olmuştur. niyeyse hafızama kazınmış bu çiftin mutlu bir sonu yok kafamda, umarım gerçekte olmuştur.

2 Nisan 2013 Salı

kahpe felek

niye yazalım ki? delirmemek için mi? delirelim, daha iyi değil mi?

uğruna delirmeyi göze aldığımız ne varsa, birilerinin "gerçek" diye bellettiği hayatta hiçbir değeri yok. o yüzden sürekli hesap vermek, derdini meşrulaştırmak ve kendini kabullendirmekle uğraşmak neredeyse tek meşgale haline geliyor. siktir edip de inzivaya çekildiğinde bir bakmışsın, nefesin, sesin, tenin yok olmuş. oysa her şey onlar uğruna değil miydi? al sana kısırdöngü kardeşim, al sana paradoks, al sana dilemma. hangisini beğeniyorsan onu seç.

üç kuruşluk hayattaki bir kuruşluk tadımız çok geliyor dünyaya. oysa milyarkuruşlarla olsaydı derdimiz, işte o zaman gerçek hayatta bir yer alabilirdik. en olmayacağı, bir içten gülüşü, yakıp geçiren dokunuşu, yüreğimizde, aklımızda yer edecek hatıraları istedik. kim ne yapsın bunları?

19 Mart 2013 Salı

insan kaç kişi?

sait faik "yazmasam çıldıracaktım." derken, ne demek istediğini hücrelerimde hissedebiliyorum. beyinde dolanıp duran düşünceler, kelimeler, insanlar; dolanma süresi uzadıkça kafatası duvarlarına daha hızlı vurmaya başlıyor. vurdukça zonklamalar, ağrılar ve sıkıntılar artıyor haliyle. bu tımarhaneden kurtulmanın tek yoluysa onları kafadan söküp atmak; bunun tek yoluysa, onları yazmak.

kafada dönüp duranlar gerçek yerlerini bulduğunda, yani kağıt ya da ekranda varolduklarında, acı-şölen sona eriyor. yenisini başlatmak üzere elbette. çünkü baktınız kağıt üzerindekiler iyi yaşıyor, birkaç insan da beğendiyse bu yaşamları, artık zehirden kurtulmanın yolu yok. içinizden her seferinde daha fazla insan, daha fazla düşünce, kelime, cümle, hikaye çıkmak üzere zorlamaya başlıyor.

defterler, kağıtlar, sanal kağıtlar, faturalar, dergiler, biletler, yani yazının girdiği her nokta birkaç hikaye karalaması, birkaç karakter lafı, birkaç durum tahliline sahne oluveriyor. durmaksızın dinlemek, düşünmek, okumak istiyor insan, sırf kafasını durdurmak için, ama nafile. hepsi yeni yeni seslere neden oluyor. ve hoşgeldin kısırdöngü! çıkarmazsan kafandakileri, yazmazsan, o karakterleri var etmezsen o sesler gitmez; ama giderlerse de yenileri mutlaka gelecektir. yani yazma işi tümüyle, delirmemeye çalışmaktan ibarettir.

15 Mart 2013 Cuma

uçuşu hatırla

fikirler değişiyor, şu yerine buna inanılıyor. hayaller gerçekleşiyor, yenileri geliyor. insanlar gidiyor, yerlerini dolduran çıkmasa da, kendileri de artık o boşluklara yetemez hale geliyor. işte o zaman hoşçakal deyip yola devam etmeyi bilmek gerek; fikirlere, hayallere, en çok da insanlara. bazen kendine bile. eksile çoğala, düşe kalka da olsa devam etmek gerek.

çünkü günün sonunda çok da fazla seçenek kalmıyor önümüzde, tüm olasılıklar yüzde elli. ya batarsın, ya çıkarsın; ya geçmişe sıkışıp kalırsın, ya yeni bir gelecek kurgularsın. seçim ellerimizin arasında, işte bu yüzden adım atmak bu kadar zor. halbuki her şey değişiyor, gelişiyor, ölüyor, canlanıyorken durduğumuz yerde durmak doğaya karşı en büyük hakaretimiz.

kuşlardan öğrenecek çok dersimiz var oysa. durmaksızın bir yolculukta, özgürce ilerliyorlar. şehirler geçiyor, ormanlar görüyor, sürünün bir kısmını kaybediyor, yenilerini aralarına alıyor, fakat her ne olursa olsun, hayatta olduklarınca yolculuğa devam ediyorlar. beyinlerinin boyutunu birbirimizi aşağılamak için örnek gösterdiğimiz bu güzelim yaratıklar sırrı çözmüş halbuki. füruğ ferruhzad ne güzel söylemiş: "kuş ölür, sen uçuşu hatırla." uçmayı bir öğrenebilsek.



21 Şubat 2013 Perşembe

ağaç

tek isteği öldükten sonra bir ağaç olmaktı.

tasarım sitelerinden birinde görmüştü bu fikri ve küllerinin bir elmasa dönüştürülmesinden daha cazip olduğu kesindi.

doğayla ve evrenle hep yakın ilişkisi olmuştu çocukluğundan beri. astronot olma hayalini son nefesini verirken bile düşünmüştü örneğin, çünkü o an hayaline kavuştuğunu anlıyordu. belki kabarık ve bol aksamlı uzay kıyafetleri yoktu, hatta bir bedeni ve formu bile yoktu ama sonunda yıldıza dönüşeceğini biliyordu. gökte bir yıldız, yer yüzünde bir ağaç; daha mutlu olamazdı. tabii, bir ağaca dönüşebilseydi. bu mümkün değildi.

ölüleri ağaca dönüştürme tasarımı henüz üretime geçememişti o öldüğünde. oysa bu kadar genç öleceğini tahmin etmediği için, en yakın arkadaşların sıkı sıkıya tembihlemişti: ölürsem ve birinizden biri hayattaysa, beni ağaç yapacaksınız yoksa affetmem! onlar da neşeyle kabul etmiş, hiç ölmeyecekmiş gibi kadehleri tokuşturmuşlardı. nereden bilebilirlerdi ki o günün bu kadar çabuk geleceğini.

aradan üç üç buçuk yıl geçmişken bir acı haber sardı etraflarını. halbuki gelen haberlerin yeni bebekler, evlilikler ve ilişkiler olduğu, mutlu çağlarındaydı hepsi. her zaman aynı şehirde buluşamasalar da, her gün mutlaka konuşur, sanal da olsa geyik çevirirlerdi. haberler her zaman güzel olmazdı tabii ama bir şekilde her acının, zorluğun üstesinden birlikte gelmişlerdi.

tıpkı türk filmlerinde, beyaz dizi romanlarındaki gibi dördü "fakülteden kızlar"dı. diğer ikisi de onlardan farklı fakülteden ama aynı okuldandı. birinci sınıftan beri, kimi zaman kavgalı dövüşlü, çoğu zamansa neşeli mutlu geçinip gidiyorlardı. tam da arsen'e kardeş geliyorken, hep beraber torino'ya gidecekken, nereden çıkmıştı şimdi bu ölüm, yapılır mıydı bu?

yapılmazdı elbet, o da istemezdi henüz yer gökle birleşmeyi. doktor ve hastane korkusunun sonu olacağını bilse, gitmez miydi yanlarına, girmez miydi röntgenlere, emarlara uyku sersemliğinden kafasını arabaya çarpınca? bir de uyumuştu üstelik o halde, ölüme davetiye çıkarır gibi. uyumasaydı, yine kurtulurdu belki. hemen yazardı arkadaşlarına çünkü, kafamı çarptım kesin ölüyorum, diye. hastalık hastasıydı biraz, ne okusa, dinlese kendinde var bilirdi. bunu bilen arkadaşları onu ne zaman sakinleştirip ne zaman doktora git deneceğini bilirdi. uyumak yerine bilgisayarı açsaydı, daha yıldız olmasına çok vardı. uyudu, yıldız oldu.

ağaç olma vasiyetini konuştu arkadaşları. ölünün vasiyeti ne olursa olsun yapılırdı ama bu iş nasıl olacaktı? kendisi ateistti ama ailesi henüz bunu bilmiyordu, o yüzden islami usul kesileceği kesindi gidiş biletinin. nasıl derlerdi, ağaç olacak kızınız, alıyoruz biz ceseti, diye. organ bağışında bile ne yaygara koparmıştı annesi de kalbin verileceği küçük kız çocuğunun anası babasıyla konuşunca ikna olmuştu. peki ağaç için nasıl ikna ederlerdi? haydi ikna ettiler diyelim, henüz piyasada olmayan bir ürünü nasıl ele geçirir, ne şekilde yaparlardı gömme işlemini? kısacası bok yesindi, illa marjinal olacaktıysa yakılmak isteseydi. en olmadı fi tarihinden beri bitmeyen tartışmayı ülke gündemine yeniden sokar, bir işe yarardı. binalarla, termik santrallerle, maden işletmeleriyle yeşil nokta kalmayan ülkede, utanmadan ağaç olmak istedi.

cenaze için bir araya gelmişlerdi. hiçbiri aileye tek kelime etmedi. ilk şoku atlattıktan, bol küfür savurup denizlerce gözyaşı döküp bir o kadar da içtikten sonra karar verilmişti çünkü. bu kız ağaç olacak! zaten hayatı taşınmak mecburiyetleri, gezip dolaşmak hevesleri yüzünden yollarda geçmiş, nerelisin sorusuna hiçbir zaman cevap verememişti. pek dillendirmese de doğduğu evde ve semtte oturanlara, ilkokul arkadaşlarıyla yakın arkadaş olanlara bir nebze özenirdi. yine de "tamam burada dur sen bundan sonra, evin burası" desen kurtlanır, toplar çantasını giderdi. doğa, yeşil, evren filandan önce sırf bu yüzden ağaç olmak yakışırdı ona. dallarından meyveler taşan bir ağaç. kökü dostlarında, toprakta, ama dalları dışarlıklı, tohumları kuşların ağzında, meyveleri dişlerde. gerçi o meyve ağacı dememişti ama arkadaşları ona son bir güzellik yaptı. yaşarken de meyvelerini epey dişlettiğinden, öldükten sonra bundan mahrum kalmasını istemediler.

çok az zamanları vardı çünkü internetten topladıkları bilgiye göre bedene çürümeden ulaşmaları gerekiyordu. planları hazırdı hazır olmasına ama yapacakları her şey bir öncekinden daha feci durumlara düşürecekti hepsini. ilk adımın mezarlıktan bir ceset çalmak olduğunu düşünürsek, diğer kalemler için yolları açık olsun.

arkadaşlarının evinden ayrıldılar ve hemen bir otele yerleştiler. okuldan diğer iki arkadaşlarının kaldığı oteldi bu. başta planı onlarla paylaşmak istemedilerse de, iki erkeğin hiç değilse mezar işinde faydalı olacağını düşünerek mevzuyu anlattılar. onları inandırmak ve ikna etmek zor olduysa da sonunda birkaç yazışma gösterilip vasiyet doğrulandı. artık tam yedi kişiydiler ve önlerinde uzun mu uzun bir gece vardı.

erkekler alet edavat bulma konusunda iyi bir kamuflaj olmuştu. şehirli olduğu her halinden belli beş kadından biri nalburdan üç kürek istese, işin pek hayra alamet olmadığı kolayca anlaşılırdı. kısacası toplumun kodlarına tamamen aykırı bir iş yapabilmek için, onlara yüzde yüz uyan bir kılıf bulmak yetiyordu. gerekli diğer kimyasal malzemeler içinse eczaneye gitmek yeterli olmuştu. kimyasal maddeye karşı olan arkadaşlarını bu maddelere bulamak pek içlerine sinmese de ağacın yetişmesini garantilemek için, çokça da kendilerini soktukları böylesi bir durumun işe yaramasını istedikleri için kimya elzem olmuştu. olsun yanına biraz yeşillik atar, gönlünü alırlardı ne de olsa. yok yok, atmayıp içseler daha memnun olurdu, burası kesin.

suskun bir gün geçmiş, bol içkili dumanlı bir gece sabaha dönmeye teşneyken iki arabayla yola koyuldular. arabalardan biri neyse ki geniş bir iç hacme ve yoğun bir baharat kokusuna sahipti. böylelikle hem arkadaşlarını kolayca taşıyabilecekler, hem de koku dikkat çekmeyecekti. sarımsak tozunun bir işe, hem de böylesi bir işe yarayacağını bilseydi, iki gün önce paketlemeyi yanlış yapan çocuğa bu kadar kızmazdı herhalde. yol boyunca gülüp eğlendiler, eski günleri yad ettiler, yenileriyle dalga geçtiler. az sonra yapacaklarının ağırlığından kurtulmak için epey çaba sarf ettiler. mezarlığa varana kadar her şey yolundaydı. ne zaman ki servileri ve taşları gördüler, hepsi sus pus. arabaları farklı yerlere park edip doğru yeri bulmak için mezarlığa daldılar.

geçmişin canlıları şimdinin böcek ve kurtları üzerine basa basa ilerlerken, iyi ki köye gömmüşler bu kızı, diye düşündüler. şehirde olmuş olsa mezarlık bekçisi, belediye görevlisi ve yakalanmaları halinde boncuk mavisi bin bir üniformayla uğraşmaları gerekirdi. gel de anlat ağaçtı, vasiyetti, şoktaydık, bilmeden oldu, napmışız, yok canım. yıllardır bir başına kalan köylünün, mezarı da başı boştu ve böylesi garip bir iş için aslında ellerini kollarını sallaya sallaya mezarlıkta ilerliyorlardı.

işte bu yüzden aradıkları mezarın başında bir silüet görünce idrar yolları onlara küçük bir sürpriz yaptı. yedi kişilik bir grup puf diye ortadan kaybolamayacağından hepsi olduğu yere mıhlandı, kara gölge onlara doğru dönerken. tir tir titreyen yedi insan makarayı salıverdi karşılarında m.'yi görünce. oysa cenazede görmemişlerdi onu, hatta dedikodusunu bile yapmışlardı. ne yüreksiz adamdı o naif görünüşünün altında, hep kadınları etkilemek için yazıyordu zaten, kızı da bırakıp gitmişti göt herif. halbuki yedi kişinin bilmediği gerçek, kızın adamı terk ettiğiydi. ölümünü de sayarsak hem de iki kere terk edilmişti adam ve burada işi neydi? aklına nekrofili ihtimali sızan üçü hemen mezarın başına koştu. niyet varsa bile, zamanında yetişmişlerdi.

m.'nin de ağaç işinden haberdar olduğu anlaşılınca dedikodu ve ithamlardan biraz utandılarsa da fazla oyalanmadan işe koyuldular. dönüşümlü olarak kazdıkları mezar derinleştikçe, gerginlik de artıyordu. beyaz kumaşı gördüklerinde ne yapacağını bilmiyordu aslında hiçbiri. içlerinde kaçıp gitmek dürtüsüyle, arkadaşlarına olan sevgileri çarpışıyordu. henüz sevgi galip gelse de, kaçmak gerçekten çok akıllıca bir işti. yine de hiçbiri kaçmadı. beyaz göründü, yüzlere sıçradı. hepsi taş kesildi. durumun gerçekliği ve acısı beyinlerinin her hücresinde yankılandı.

kızlardan üçü yere oturdu, biri yığıldı, biri dimdik ayakta kaldı, erkekler küreği ellerinden attı, m. mezara girip ağlamaya başladı. hıçkırıklar gecede yankılanırken dimdik ayakta kalan kız hepsini toparladı, görev dağılımı yaptı. bu arada m.'ye ceseti nereye gömmeyi düşündüğü sorunca kalakaldı. ağaç yapacağım diye mezardan çıkardığı kızı, nereye gömüp de sulayacağını hiç düşünmemiş meğer saftirik. yedisi de kızın bu adamı nasıl terk etmediğine şaştı. neyse ki yedilinin planı bir organizasyon harikasıydı.

arkadaşlarını çıkarıp baharat kokulu arabaya yerleştirdiler. bu arada hamile olan iki defa kustu ve hamile olmayanlar da ona eşlik etti. bir kusma korosu aldı başını gitti. yarım saate kendilerini toparlayıp mezarı da kapatıp yola çıktılar. ziyarete gelen hiç kimse, mezarın açıldığını fark etmeyecekti. köyün dışındaki mezarlıktan, köyün içindeki meyve bahçesine geldiler. arkadaşlarının ailesinin bir şeftali bahçesi vardı. her sene güzel ürün yapan bu verimli topraklar bizim yeni ağaç eski ceset için biçilmiş kaftandı.

bahçenin sonunda su motorunun yanında bir sınır boşluğu vardı yandaki tarlayla. sınırlara inanmayan arkadaşları için tam yerini bulmuşlardı. hem sınır ihlali, hem de bol bol dişlenecek meyve. bir cennet ve tanrı olsaydı, kızın cennetten kovulacağı kesindi. neyse ki, tanrıları öldüreli çok olmuştu ve sırada hayat verilecek bir ölü vardı.

bir yandan yeni mezarı kazarken, bir yandan da kimyasalları karıştırıyorlar; hala yaptıklarına inanamıyorlardı. sanki bir rüyanın içindeydiler de az sonra uyanacaklardı. yine de o sesi duymamış olmayı isterlerdi. ne işi vardı bu adamın bu saatte? halbuki adam yalnızca bahçeyi sulamaya gelmişti. peki ya kendileri? sekiz insan, bir ceset, bir sürü kimyasal ve yeni kazılmış bir mezar. adam kendilerine doğru telaşla koştururken sırtına inen kürekle yere yığılıverdi.

kıvırcık saçlı iri yarı olan elinde kürekle donakaldı, sonra da katil oldum diye ağlamaya başladı. şans eseri adam ölmemiş, hala nefes alıyordu. onu bir köşede bırakıp aceleyle kimyasal karışımı tamamladılar. pamuklu kumaştan hazırladıkları yeni ceset torbasını karışımla yıkayıp kızı içine yerleştirmeye başladılar. hepsinin aklında, beyaz kefenin açılıp arkadaşlarının yüzünü gördüğü bir kabus film dönüp duruyordu. film bitmeden yerleştirme işlemi bitti. kumaş torbanın içine tohumları yerleştirdiler ve neredeyse aynı gün içinde sevgili arkadaşlarını ikinci kez toprağa verdiler. en azından bu kez içleri huzur doluydu, çünkü arkadaşlarının istediği tam olarak buydu. tamam belki ailesinin şeftali bahçesinde bir elma ağacı olmak istemeyebilirdi ama bu da arkadaşlarının ona son şakası olsundu.

mezarı kapattıktan sonra derin bir oh çekip toprağa oturdular. şişelerini açıp yudumlarken, sigaralarını uzun uzun içlerine çekerken güzel günlerini düşündüler. hiç kimse konuşmuyordu ama hepsi buruk da olsa gülümsüyordu. fazla oyalanmadan, vedalarını edip ortada delil bırakmadan bahçeden tüydüler. boş birkaç içki şişesini de kürekle hacamat ettikleri adamın yanında bıraktılar. bir şeyler anlatır mı, diye endişelenseler de baştan, gördüklerine kimsenin inanmayacağını düşünüp yollarına devam ettiler. iyi de ettiler, ama gacallaan hüsen'e zaten herkesin meczup dediğini hiç öğrenmediler.

bir ağaç, bir dost, bir kız bu sekiz insanı böylesi bir anıyla birleştirmişti. her yaz köyü, aileyi ziyaret etme bahanesiyle buluşup dostlarını suladılar, büyüttüler. onunla sohbet ettiler, dallarını budadılar, ilacını verdiler. yıllar geçti meyvesini dişlediler, dişlettiler. yıllar yıllar geçti, gölgesinde dinlendiler, göğsünde uyudular, dalına salıncak kurup sallandılar. yıllaaaar geçti, herkes birer birer göçtü, ama kuşlar onları hiç unutmadı.

gökte yıldız, yer yüzünde ağaç.