15 Şubat 2013 Cuma

giriş

"ama saygıdeğer dostum, dünyayla ilgili tüm kavramlar da aynı biçimde elimden kayıp gitmekte. size bu garip, düşünsel acıları nasıl anlatabilirim ki... elimi uzattığımda meyva yüklü dalların nasıl hızla uzaklaştığını, susamış dudaklarımın önünden şırıldayan suların birden nasıl geri çekildiğini...
durumum kısaca şu: herhangi bir konu üzerine bağlantılı bir şeyler düşünme ya da söyleyebilme yetimi yitirdim. 
önceleri, yüce ya da genel bir konu üzerinde konuştuğum ve bu arada "tin", "ruh", ya da "beden" gibi sözcükleri ağzıma aldığımda, açıklayamayacağım bir huzursuzluk duymaya başladım. mecliste olup bitenlerle, sarayla ya da başka herhangi bir konuyla ilgili olsun, bir yargı ortaya koyabilmek olanaksızlaşmıştı. ama bunun nedeni, hiç de belli noktaları göz önünde tutmak zorunluluğu değildi; düşüncesizliğe varan açıksözlülüğümü bilirsiniz. hayır, neden başkaydı, herhangi bir yargıyı dile getirmek için doğal olarak başvurulan kavramlar, ağzımda çürümüş mantarlar gibi eriyip gidiyordu.
          .....
pas nasıl çevresini kemirirse, bu huzursuzluk da giderek çepeçevre kuşatmaya başladı beni. aile içinde yapılan, o yalın konuşmalar sonunda kolayca ve bir uyurgezer güvenliliği içinde varılan yargılara o denli kuşkuyla bakıyordum ki, bu tür konuşmalara katılmam olanaksızlaşmıştı. zorla gizlemeye çalıştığım, açıklaması güç bir öfke benliğimi kaplamaktaydı şöyle konuşmalara tanık olduğumda: bu iş, şu ya da bu kişi için iyi ya da kötü sonuçlandı; şerif n. kötü biri, dinsel öğütler veren t. iyi bir insan; kiracı m. acınacak biri, çünkü oğulları her şeyi satıp savıyor; kızları tutumlu olan bir başkası ise gıpta edilmeye değer; bir aile yükselmekte, ötekisi ise çökmenin yolunu tutmuş. bütün bunlar, bana o denli kanıtlanamaz, öylesine yalan ve boş sözler olarak gelmekteydi ki. düşüncem, beni bu tür konuşmalarda adı geçen tüm nesneleri tüyler ürpertici denebilecek kadar yakın incelemeye zorluyordu. tıpkı bir kez büyüteçle baktığım ve yeni sürülmüş tarlalardaki çukurlara ve sabah izlerine benzerliğini saptadığım küçük parmağımın bir parça derisine baktığım gibi yaklaşmaktaydım tüm insanlara ve davranışlarına.
alışkanlığın her şeyi yalınlaştıran bakışıyla onları kavramam olanaksızdı artık. her şey parçalara bölünüyor, parçalar yeniden başka parçalara ayrılıyordu ve hiçbir şey, tek bir kavramla dile getirilemiyordu. tek tek sözcükler, çevremde yüzüp durmaktaydı; beni dikiz eden, benim de kendilerini dikiz ettiğim birer göz'e dönüşmüşlerdi. sürekli dönen, içine bakıldığında baş döndüren ve boşluğa uzanan birer girdaptı bunlar."

lord chandos'un mektubu, hugo von hofmannstahl


tamı tamına lord chandos'la aynı hissiyatı paylaştığım bu dönemde, yazmak ve beraberindeki düşünmek eylemi girdabında boğulmak üzereydim. bir adım, geçmişim, kimliğim ve göz önünde bulundurmam gereken daha pek çok şey vardı. tüm bunlar önüme ket, etrafıma duvar oluyordu; ben de hepsinden arınmayı ve kimliksiz bir yazar ben'le devam etmeyi seçtim. tüm bu engelleri aşmanın yolu olarak bunu buldum. 

geçmişsiz, kimliksiz, kitapsız, engelsiz; yalnızca yazan özne, yazar ben ve sözcükler. dilerim ki bir de okuyucu. namı müstear ben.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder